Okumak! Neden?

Zihinsel Neden

Bedensel gereksinimlerimizin giderilmesi bizde hoşnutluk yaratır. Giderilememesi acı verir. Bedensel gereksinimlerimizin dışında bize hoşnutluk veren bir başka şey daha vardır: Zihinsel Doyum. Giderilememesi doğal olarak bizde doğrudan bedensel bir acı yaratmaz ancak eksikliğini durmaksızın duyumsatır. Ruhsal yönden etkindir.

En yalın kâğıt oyunlarından en zorlayıcı felsefi kitabı okumaya değgin tüm zihinsel edimler zihinsel doyum sağlar. Satrançta yaratıcı bir hamle yapmak, felsefi bir metni anlamak, iki şeyden farklı bir sonuca varmak zihinsel edimlerdir ve tat verir çünkü beyin gücünün karşılığıdır. Bu gücün ortaya çıkışı, bu gücün bilincine varılışı insanın kendine inancının karşılığı olur.

Yalnızca zihinsel olmayıp bir de zihinle birlikte ruhumuza inen, ruhumuzu doyuran edimlerimiz de vardır ki “Sanat” diyoruz. Hem beyin gücümüzü arttırır hem bize tat verir, hem de bizi insan olarak başkalaştırır, daha bir insan yapar. Kimi sanat eserleri de yaşadığımız dünyanın algısının ötesinde bize bambaşka duygularla farklı bir dünya sunar. Aşk gibi, vicdan gibi insanın kendini aşmasının, aşkınlığının bilincini gösterir. Kısaca şöyle denilebilir: Öylesi yapıtlar bizi bu dünyadan alır, kendimizin ötesinde (aşkın) bir yerlere götürür. Daha bir insan olmada bu tür yaşantının rolü büyüktür. Büyük sanatçıların büyük eserlerinin yaptığı budur.

Sanat eserlerinin ve bilgiye dayalı edimlerin zihinsel olarak etkinliği yalnızca zihinsel doyumla kalmaz. Bir de bilinçaltı bilinçüstü karmaşayı ve dolayısıyla ruhumuzdaki karmaşayı zihnin aydınlığında çözerek bir netliğe kavuşturur, böylece dinginlik, esenlik verir. Nasıl ki bir problemin çözümünde zihin rahatlıyorsa insan bu tür yapıtları okudukça bilgilenir, aydınlanır ve esenliğe kavuşur.

Sözünü ettiğimiz nedenlerle sanat bir gereksinim, bir zorunluluktur; keyfiyet değildir. Sanatın keyfiyet olarak görülmesi temel gereksinimlerimizle birlikte değerlendirilmesinden ileri gelir ki bu kesinlikle yanlıştır. Sanatın cinsellik gibi, karın doyurmak gibi temel gereksinimlerimizin dışında kaldığı çok açıktır. Ne var ki temel gereksinimlerinin karşılanmasıyla yetinen bir insan var mıdır, sorusunun karşılığı olan insanı bulmak da olanaksızdır. İnsanın güzellik duygusu ne denli bir gerçeklikse, gerçekse, zihinsel ve sanatsal edimlerimiz de o ölçülerde gerçekliktir, gereksinimdir, zorunluluktur. İnsan yaşadığı ortama renk ve güzellik verir, hem ruhunu hem zihnini doyurma gereksinimi duyar. Bunlar onun vazgeçilmezleridir.

Bu nedenlerle insanları mutlu edecek bir toplumsal yapılanmadan söz edilecekse insanın sorunsuz olarak karnının doyması, sorunsuz olarak cinselliğini yaşaması ve bunlarla birlikte eğitim ve sanat yönünden doyması, doyurulması gerekir. Orada zihinsel edimlerin karşılığı sağlam bir eğitim düzeni olmalıdır. Hem zihnimizi hem de ruhumuzu doyuran sanat bir keyfiyet olmaktan çıkarılmalıdır. Sağlıklı iletişim ve toplumsal kaynaşma başka türlü gerçekleşemez. Alternatif bir çözüm söz konusu değildir.

 

Kültürel Neden

16. Yüzyılda yaşayan İspanyol fizikçi ve tıp doktoru J. Huarte, “İnsan Zekâsının Doğası” adlı bir kitap yazmıştır. O, kitabında zekâyı üç aşamalı olarak ele alır: 1- Uysal Zekâ, 2- Olağan Zekâ, 3- Yaratıcı Zekâ.

Yaratıcı zekânın ne olduğu küçük ayrımlarla bilgimiz içinde. Kültürel açıdan bizi burada ilgilendiren uysal ve olağan zekâlar.

Huarte, Uysal Zekâ’yı dürtükleme, kamçılama türü sözcükleri kullanarak tanımlar. Uysal Zekâ buzdolabının kapağını açar. Salata yapmak için marul, yeşil soğan, salatalık, maydanoz, domates vardır, görür. Gördükleri yeterli olur. Bu tür zekâ durağandır. Dürtüklemeyle, kamçıyla harekete geçmez. Olağan Zekâ da dolabın kapağını açar ve aynı şeyleri görür ve ek olarak olmayan bir şeyi daha görür. Salata için limon yoktur. Anlatmak istediğimiz şu: Uysal zekâ düşünce üretemez, algıladıkları algı düzeyinde kalır. Olağan zekâysa deneyimlerinden yararlanır, sonuçlar çıkarır, sonuca varır, kendi kendine yeterli olur.

Olağan Zekâlar genellikle bir eğitim sonucudur. Eğitimsiz bir olağan zekâysa elbette olanaklıdır ancak tansık gibi bir şeydir.

 

Bir toplumda olağan zekâların çokluğu o toplumun gücünün, eğitim ve uygarlık düzeyinin de olağan olduğunu gösterir.

Uysal zekâların olağan zekâlara evrilmesinin en tutarlı yolu tüm toplumun sağlıklı işleyen bir eğitim uygulamasıyla yazılı kültüre evrilmesidir.

Batılı toplumlar genelde yazılı kültüre dayalı, yazılı kültürle iç içe toplumlardır. Yazılı kültürü yaşamlarının her alanında etkin kılmaktadırlar. Bu nedenle iletişim becerilerini arttırmakta, mutlu olmanın yollarını bulmaktadırlar, kısacası gerçek anlamda toplumsallaşma yolunda büyük adımlar atmaktadırlar. Kalkınmışlıkları tüm dünyanın gözleri önündedir. Doğulu toplumlarsa günübirlik şifahi toplumlardır.

Yazılı kültürün önemi bireysel kazanımlar açısından da yadsınamayacak ölçülerdedir. Şöyle:

Konuşma insana özgü bir şifreleme olayıdır. İnsan dış dünyadan algıladıklarını zihninde çevrimler ve bunu dil aracılığıyla gerçekleştirir. Yani nesneler dünyasından algılanan her şey dil dediğimiz nesneler-üstü bir dünyaya aktarılır. Bu bir dönüştürme eylemidir.

Yazı da insanlığın ikinci bir şifreleme olayıdır. Ancak ikisi arasında önemli bir ayrım vardır. Dil edinilir; kendiliğindendir. Yazıysa öğrenilir. Yani yazı bir çabayı gerektirir.

Dili gerçekleştiren insan doğal yaşamın içinde insanî bir boyut yaratmıştır. Yazılı kültürü yaşamlarının cayılamayacak bir yanı olarak elde tutan toplumlar da bu insanî boyut içinde aşkın bir kültürel boyut daha edinmişlerdir. Dolayısıyla tek ve çift boyutlu insan tipleri belirmiştir. Şifahi kültürle yaşamını sürdüren insan tek boyutlu, yazılı kültürle beslenen insansa çift boyutludur ve aradaki fark uysal zekayla olağan zekâya denk düşmektedir.

Toplumların iki yüzyıllık yazılı kültüre dönük yaşamalarının tarihinde bugün tek boyutlu kalmak ve bırakılmak hem o kişiler hem de onlarla birlikte yaşayan kişiler açısından haksızlıktır.

 

Toplumsal Neden

Cahiller (uysal zekâlar), cahil olmayanların (olağan zekâların) karabasanıdır. Cahiller kendi yaşamlarını harcarlarken aynı gemideki cahil olmayanların hayatını da karartmaktadırlar. Bu oluşum, hemen bütün dinlerdeki “Kul Hakkı” ya da hukuk sistemindeki adalet kavramının akıllara ve inançlara göre harcanmasıdır. Yani uysal zekâlar, ayrımında olmadan olağan zekâlara zarar vermektedirler. (Ayrımında olmamalarının onları masum kılıp kılmadığıysa ayrı bir konudur).

Yani cehalet, yani bir insana yeterli sayılacak ölçülerde bilgiden yoksunluk kaçınılmaz bir biçimde başkalarının bilgisine gereksinim demektir.

Ve birileri bu nedenle her zaman oralarda bir yerlerde durur. Onlar biraz daha Müslüman, biraz daha Hıristiyan, biraz daha Musevi, biraz daha Budist ve böyle olanlardır. Onlar orada din adamlarıdır, şıhlar şeyhlerdir; cami, kilise, sinagog ve benzeri tapınakların sahiplenmişleridir; tarikat ehilleridir, din mistikleridir; türlü gazete, dergi ve televizyonlarda yer tutan, boy gösteren çokbilmiş metafizikçilerdir ve böylesi bir arka plandaki oluşumların ön plandaki siyasileşmiş çıkarcı müritleridir. Sanat ve eğitimin olmadığı yerde aydınlanma olamayacağından orada din toplumun felsefesi, kahveler de kültürü olur ve işte bu nedenlerle biat kaçınılmaz biçimde kendini gösterir. Cemaatler türer.

Çünkü durağan zekâlar kendileriyle ortak noktası olan insanlara güvenmeye eğilimlidirler ki “Allah” diyen kimilerinin sahtekâr olabileceğini akıllarına getiremeyecek ölçülerde uslamlamadan uzaktırlar.

Çünkü çağının yeterli bilgisinden yoksun insana düşünmek kadar zor gelen hiçbir şey yoktur. “Seçim sonrası gaza, beze, tuza bir yıl zam yok” diyen siyasetçiye oy vermenin ne anlama geldiğini, doğru olup olmadığını düşünmektense İki dönüm tarlayı çapalamak onlara daha kolay gelir.

Eğitimin, bilimin, sanatın, kültürün çöküşü ya da tasfiyesi yalnızca cehalet düzenini getirmez. Cehaletle birlikte eş zamanlı olarak işbirliğine de girerek bir başka kulvarda sistemin bizzat kendisi bu çöküşten ya da tasfiyeden yararlanır. (sistem kazanç amacıyla iyi kötü her şeyden yararlanır).

Şöyle ki: Kazanç hırsı (Kâr) kapitalist sistemin özü, mayasıdır. Bu maya durmaksızın sistemi genleştirerek yaşamın her alanına uzanmasına yol açar. Bu, sistemin doğasındadır. Bu nedenle özerklik tanınarak sistemin dışında tutulması gereken bilim, eğitim, hukuk, basın yayın yaşamı, kültür sanat gibi üst yapı kurumları ülke insanlarının ortak değerleridir, demokratik değerleridir, zorunluluklarıdır. Oysa günümüzde özerkliği olan tek kurum kalmamıştır. Tümü siyasileşmiş, ticarileşmiştir.

Sanat ticarileşmiştir. Bir örnek: ülkemizde nüfusa oranla okur sayısı sürekli azalırken yayınevi sayısı artmaktadır. Yayınevlerinin kırkı ellisi yeterli olacakken sayı bin iki yüzleri bulmuştur.

İçinde bulunduğumuz sistem işine gelmezse bilimi, sanatı, umursamaksızın ve engel tanımaksızın dümdüz eder, Kâr tutkusuyla her şeyi kendine hak görür ve şöyle der: “Sen de götür, elini tutan mı var?” Çok mantıklı gelen bu sözün karşısında bir toplum oluş, ortak değerlerin zorunluluğu ve eşitliğin gerekirliği durur.

Cehalet ve kazanç hırsı, birlikte, kaynaşarak ortaya düşünen değil tüketen bir toplum çıkarmıştır. En kötüsü yeni kuşaklar yaşamın böyle bir tarz olduğu bilgisinde kalmakta, bir başka yaşam tarzının olasılığını düşünememektedirler.

Sonuç

Şifahî bir toplumuz, okumuyoruz, çünkü okumak bir gereksinim olmaktan çıkarılmıştır. Neden?

Bir ülkede eğitim düzeni öğrenciyi okumaya yönlendireceğine okumaktan soğutuyor, uzaklaştırıyorsa,

İş bulmada gençlerin, işsizlerin eğitimleri, bilgileri, düşünce kapasiteleri, kültürleri, yetenek ve yetkinlikleri göz ardı ediliyor da kayırmacılık söz konusu oluyorsa,

İnsanın değeri kafasının içindekilerle değil de cebindeki para ölçüsünde oluyorsa,

Kültürel değerler saklanıp korunacağına ticarî değerler durumuna getiriliyorsa,

Yine basın ve yayın yaşamının, sistemin kazanç hanesinden uzak tutularak bağımsızlığı sağlanamıyorsa,

Siyaset kandırmacalar üzerine sahnelenen bir oyun oluyorsa ve bu nedenle insanların geleceğe olan güvenleri sarsılıyorsa, bu nedenle siyasetten uzaklaşma oluyorsa (depolitizasyon),

İdeolojiler karşıtını yaratamıyorsa,

Cemaatçiliğin önü alınamayacak ölçülerde devlet, devlet olmaktan çıkıyorsa,

Hak arama özgürlüğünden tutun yoksulluğun önlenemeyişine, yoksulluğun bir gözdağı gibi insanların bilinçaltlarına sinmesine değin daha birçok neden söz konusu oluyorsa,

İnsanlar umutsuzluğu yaşıyorlar demektir. Ki bu nedenle okumak bir gereksinim olmayacaktır.