Yazar Olmak Nasıl Bir Şeydir?

İki yazar düşünün. Biri canlı, enerjik, yerinde duramayan, coşkulu. Diğeri, içine kapalı, durgun, kafası hep bir yerlerde olan belki de hiçbir yerde olmayan, unutkan falan. Bunların ikisini de sırayla Paris’e gönderelim.

İlki daha havaalanına gitmeden kafasında yazmaya başlar. Sabah uyanışından başlayarak, elini yüzünü yıkamasını, kahvaltısını, bu arada iletişime geçtiği kişileri… Havaalanını, uçağa binişini, yolculuğunu, inişe geçtiklerinde tepeden Paris’in nasıl göründüğünü… Paris’te ilk adımlarını, havaalanından otele gidişini, otelini, akşam yemeğini… Ertesi gün turla Paris’in gezip görülecek yerlerini… Hangi meydanda, nerede akşam çayı içtiğini, insanlarını, canlı cıvıltılı yaşamın akışını… Akşam hangi eğlence yerine gittiğini, gerçekte oraya değil de şuraya gitmek istemiştir de rezervasyonların günler öncesinden yapılması nedeniyle mümkün olmamıştır falan… Bir arkadaşını aradığını, ya da rastladığını, onun kendisine olan muhabbetini, onunla nerelere takıldıklarını… Bu arada mutlaka başından geçen ilginç bir olayı. (Nedense bu ilginç olaylar hep onun gibilerin başından geçer. Çünkü, 1- Olay geçmiştir, gerçekten ilginçtir. 2- İlginç olmasa bile o ilginç hale getirmenin ustasıdır. 3- Olay geçmemiştir ve uydurmaktadır).

Dilli tatlıdır. Güncel oluşun coşkusu satırlarındadır. Sizi yakalar. Okurken yaşama sevinci duyarsınız.

Diğeri de gider.

Yaşamından bir kesittir. O, o ülkeye hangi ruhsallık içinde gittiğini, o ruhsallığı nasıl yansıtacağını, içindeki müziği nereye oturtacağını düşünür. O da gezer. Sefiller’in Paris’ini arar ve bulur. Dominique Lapiere, Larry Collins’in “Paris Yanıyor mu?”sunu, “Paris’te Aşk Başkadır”ı içindeki müzikle, anıların cümbüşünde, yalnızlığı duyumsayarak, bir hüzün içinde gezer. Paris cıvıltı ışıklarıyla, seks kokulu geceleriyle, devingenliğiyle ona gelen bir Paris olmaktan uzaktır. Yaşamın bir başka kentidir. O kent zamana yayılmıştır; bin yıllardan gelip bin yıllara giden, acı sevinç hüzün karmaşası, sürgünlerin, kaçışların, umutların, umutsuzlukların kenti. Bir eve bakar, yurdundan koparılmış dost bir sanatçının tükenen ömrünü düşünür; içinde bir sızı.

Onun anlatımında Paris, Paris’e benzemez olur, bir başka Paris olur. Anlatımı hep o içindeki müziğin tonundadır. Yazılanlar sizi alır insanlığın bir zamanına, bir mekânına götürür. Artık o kentin Paris olmasının bir anlamı, bir önemi kalmaz.

Dünyaya farklı bakmak böyle bir şeydir. Bu bir olgunluktur. Hem yaşamsal deneyimlerle, hem de yazın dünyasında “ Okyanuslaşma”yla yavaş yavaş belirir bu olgunluk. İşte sonrasındadır ki görmeye başlarsınız.

Gönül gözünüz açılmış mı olur?