Bu Ülkede Yayın Hayatı Tam Bir Bataklık!

Emmanuel Kant’ın başyapıtı “Saf Aklın Eleştirisi”dir. Bu kitap insanlığın düşünce tarihinin en önemli eserlerinden biridir. Kant’ın ilk kitabıdır. Basıldığında Kant elli yedi yaşındadır. Yani Saf Aklın Eleştirisi elli yedi yıllık bir yaşamın ürünüdür. Şöyle de denilebilir: Emmanuel Kant bu kitaba tüm ömrünü vermiştir.

Şayet Kant bugün bu ülkede yaşıyor olsaydı…

Öncelikle kitabını bastıracağı bir yayınevi bulamazdı. O büyük eser büyük olasılık, gün ışığına çıkmadan, çıkamadan, insanlığa mal olmadan karanlıklar içinde yitip giderdi. Diyelim bir mucize gerçekleşti, o sırada bilge bir felsefeci bir rastlantı sonucu yayınevinin kapısında beliriverdi. Bu durumda Kant bu kitaptan ne alırdı?

Türkiye’de yayın yaşamına ilişkin bir sistemden söz edilecekse buna “Yüzdelikçi Sistem” adını verebiliriz. Sömürü üzerine bir yapılanmadır. Buna karşın mumla aranır olmuştur. Çünkü günümüzde uygulama alanı daralmış, popüler yazarların dışında kalanlar açısından geçerliliğini yitirmiştir.

Yüzdelikçi sistem şöyle çalışır. Diyelim bir kitap yazdınız. Kitaba konulan değerin yüzde kırkını yayınevi alır. Yüzde onu size verilir. Yüzde kırkı ellisi de dağıtımcının olur.

Dağıtımcı çek defterini elinde tutan kişidir. Aracı kurumdur. Bütün iş onda düğümlenir. Yayınevinin çekini keser, malı alır. Sonra kitapları belirli bir yüzdeyle kitabevlerine dağıtır. Alım-satım arasındaki para onun komisyonu, kârı olur. İpler her zaman için dağıtımcının elindedir. Sistem budur. Yüzdelikçi sistem budur.

Günümüzde dağıtım şirketleri satılacak kitaplar için değil satılan kitaplar için çek kesmektedirler. Bunda haklıdırlar çünkü üstlerine yağmur gibi gelen kitaplar nedeniyle işin içinden çıkamaz olmuşlardır ve satılmayan kitapların birikiminin, biriktiği ölçülerde iflâslara yol açtığını görmüşlerdir.

Aynı şekilde yayınevleri de koşullara kendi çözümlerini getirmişlerdir. Şayet bir kitabın yayınlanmasını istiyorsanız basım maliyetini sizin karşılamanız gerekmektedir. Satıldığı kadarının yüzde onunu alabilirseniz alırsınız. Satılmayanlar elinize tutuşturulur.

Daha anlaşılır kılmak için rakamlar verelim:

Yüz sayfalık kitabınıza on lira değer biçilsin.

Bin adedi için basım maliyeti kitap başına yaklaşık bir lira olur.

Yayınevi bir lirası basım maliyeti olmak üzere dört lirasını alır.

Sizin hakkınıza yüzde on yani bir lira düşer. Alırsınız.

Dört ya da beş lirası dağıtımcının olur.

Dağıtımcı bir ya da iki lirasını alır, üç lirası kitabevinin payına düşer.

Satılırsa…

Satılmazsa günümüzde sizden başka kimsenin kaybı olmaz.

İngiltere’de 1990’larda Umberto Eco’nun bir romanı yayınlanır. İlk baskı 100 pound’tan satılır. Yani bizim paramızla 200 liranın üstünde. Kapış kapış gider. Herhalde orada Umberto Eco yüzde on, yüzde yirmi almamıştır. Oturmuştur yayıncısıyla masaya, 300 bin, 500 bin pound mu, bir, üç, beş milyon pound mu, her neyse kesmiştir hesabını çekip gitmiştir.

Olması gereken budur. Kitapların alım satımı yüzdelikli oranlarla yapılırsa yemek tarifi kitabıyla “Saf Aklın Eleştirisi” değeri bakımından ayrışmaz. Ayrışması gerekir. Ayrışmadığı için bir sömürü düzenidir. Şöyle:

İster yemek tarifi kitabı olsun ister “Saf Aklın Eleştirisi”, her ikisi için de basım maliyeti sabittir (Sözgelimi yüz, yüz elli sayfalık ortalama bir kitabın basım maliyeti ofset basımda binin altında olmamak kaydıyla kitap başına bir liradır). Her iki kitap için yayınevi, dağıtımcı ve kitabevi açısından uygulamalar arasında en ufak bir fark olmayacaktır. Yayınevi, Dağıtımcı ve Kitabevi açısından yetmiş sayfalık kitaba yapılacak uygulamayla yedi yüz sayfalık kitaba yapılacaklar arasında da yine en ufak bir fark olmayacaktır. Yani söz konusu sektör açısından satılabilecek bir kitabın içeriğinin hiçbir anlamı ve önemi yoktur, olamaz, olması da gerekmez. Sektör için tüm kitaplar birer ticari metadır, onlar için amaç kazançtır.

Öyleyse yetmiş sayfalık bir kitap için diyelim bir lira kazanç elde ederken, hiçbir farklı uygulama yapmadığın yedi yüz sayfalık bir kitap için ne diye yirmi, otuz lira alacaksın. Yemek tarif kitabını on iki buçuk liradan satarken ve ondan diyelim kitabevi olarak üç lira kazanırken, kırk liradan satılan “Saf Aklın Eleştirisi” adlı kitaptan ne diye on lira almayı kendine hak görüyorsun?

Sektör kazanç hırsıyla yazara sadece kemik atmaktadır.

Oysa fiyatlar sabitlense şöyle bir durum ortaya çıkacaktır:

Yayınevi bir liraya mal edeceği kitap için vergisi algısı, kazancı içinde dört lira alsın.

Dağıtım firması ne tür kitap olursa olsun her biri için bir lira sabit ücret alsın.

Kitabevlerinin kazancı da türü ne olursa olsun her kitap için 2 lira olsun.

Toplayalım: Her şey içinde yedi lira. Bu fiyat yemek tarifi kitabı için de “Saf Aklın Eleştirisi” için de geçerli olacaktır. Şayet yemek tarifi kitabının satış fiyatı on iki buçuk lira olursa yazarı kitap başına beş buçuk lira kazanmış olacaktır. Saf Aklın Eleştirisi” kırk liradan satışa çıkarılmışsa yazarı kitap başına otuz üç lira alacak demektir. İşte bir ömürlük kitapla bir yemek tarifi kitabının ayrışması böyle olur.

Şayet Kant bugün bu ülkede yaşıyor olsaydı…

“Saf Aklın Eleştirisi” adlı kitabı günümüz Türkiye’sinde basılır mıydı? Basılsa bile satılır mıydı? Satılsa bile bir yemek tarifi kitabından daha değerli tutulur muydu?

Özel Girişimci Türk Basın ve Yayın Dünyası’nın cılkı çıkmıştır. Özel Girişimci Türk Basın Yayın Dünyası’nın içine düştüğü durum budur.

Tüm bu bitik duruma karşın kitap piyasasının tüccarları yine de liberal bir söylemle mevcut düzenin savunusunu gayet mantıklı bir biçimde yapacaklardır: “Bu ülke özgür bir ülkedir. Kitabını bize bastırman için seni zorlayan mı var birader?”

Çok haklıdırlar, çok!

Bu memlekette nasıl yazar olunur, bu memleketten nasıl bir düşünce insanı çıkar bunu ben de bilmiyorum, bunun yanıtı bende yok. Gerçekte kimsede yok.

İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Varsıl bir ailenin çocuğudur. Evleri gözde semtlerden birindedir. Deniz manzaralıdır. Çocuk, eğitim düzeyi yüksek olan paralı okullara gönderilir. Ev ödevlerini özel öğretmenlerle yapar ya da hangi derste bir düşüş yaşarsa hemen bir özel öğretmen tutulur. Okulda verilen iki yabancı dilin pekiştirilmesi için yazın o dillerin konuşulduğu ülkelere gidilir. Bu uygulama bilgi ve görgünün arttırılması açısından da çocuğa iyi gelir.

Bunun dışında dans kurslarından kayağa değin, yüzmeye, tenise, boyu kısaysa uzasın diye basketbola, voleybola ve çocuğun istediği diğerlerine gönderilir.

Okuldaki etkinliklerden de geri bırakılmaz. Tiyatro, şiir, müzik, resim… Ve kompozisyon! Kalemi güçlüdür. Eli kalem tutmaya başladığı günlerden bu yana günlük tutmuştur. Edebiyat öğretmenini şaşırtacak ölçülerde ilginç olayları ele almakta ve nakış işler gibi yazmaktadır. Yarışmalarda birinci olur. İkincilik ve üçüncülük hakkının yenildiği kuşkusuna yol açar.

Yüksek okulu yurtdışında ünü büyük bir üniversitede okur. Mastırını yine ünü büyük bir başka üniversitede verir. Diplomalarla yurda döner.

*

Bu bir profildir. Eksiği vardır, fazlası vardır ancak çizgi budur. Vardır gerçektir.

Bu profilde ilk göze çarpacak olan şey aşırı bir kendine güven, birey olarak bir sınıf bilinciyle şahlanıştır. Defterdarlıktaki memurluk onun için aczin karşılığıdır. Çünkü insanın hedefi olmalıdır. Yaşam onun için bir ödüldür, sürmemesi için bir neden yoktur.

İlk kitabını yazar. Para kazanmanın lafı bile olmaz. En iyi baskı ve kitabın tanıtımının gerektiği gibi yapılması önemlidir.

Adı çok duyulan yayınevleri, kendisine yardımcı olacak yazar dostlar, yazar abiler, televizyonlar, gazeteler, dergiler ve tüm bunlarla ilgili tanışıklıklar, dostluklar İstanbul’dadır; kitap, vitrinlerde bol ışık alan yerlere konur.

Her şeyden biraz bir şeyler biliyorsanız, giyiminiz, kuşamınız, biraz da fiziğiniz varsa, onca eğitimin, kursların, sertifikaların ve diplomaların karşılığı olan o aşırı güven aklı başında lâflarla televizyonlara yakışacaktır; söyleşide renk olacaktır. İşte reklam budur. Kitaptan yazara değil, yazardan kitaba gidilmektedir.

Popüler olmanın yolu böyle açılır. Televizyondan sonra bir gazetede söyleşi, sonra bir dergide. Tüm bunlara değer olup olmadığının kanıtıysa kitaplarının satışıyla tescillenecektir. Kitabı çoksatar. Satmaması mümkün değildir, bir şekilde sağlanır, en kolayıdır. Baskı hızına matbaalar zor yetişir olur. Beşinci, altıncı, yedinci derken yine televizyonlar, dergiler, gazeteler, yetmiyorsa billboardlar ve ardından bir kitap daha. Bu kadar mı? Hayır. O bir tansık gibi, bir lütuf gibi halkın arasında boy göstermelere başlar. Okuyucusuyla buluşur. Bu, tüm kitap fuarlarının imza günlerinde, söyleşi günlerinde gerçekleşir. “Ne Bilsin İnsanlar” onu merak ederler ve giderler. Fotoğraf çektirenleri de olur.

Popüler kültür bir cemaatleşmedir.

Bu cemaatin dışındaysan yapabileceğin bir şey yoktur. Boşuna çabalarla sinirlerini bozmanın dışında bir şey olmaz. Yeteneksiz olduğuna inanmaya başlarsın. Belki öyledir belki de tam tersi. Nasıl olursa olsun bu kimsenin umurunda olmaz.

*

Marks mı, Engels mi yoksa bir başkası mı şöyle demiş: “Sömürücü sınıfın iktidarı yok edilen halk yetenekleri üstünde yükselir.”

*

Gösterge:

Geçenlerde yayınlanan bir ankete göre bir Japon bir yılda 15 kitap okuyor. Bir Türk’se 12 yılda bir kitap okuyor.

Bir Türk

On İki Yılda

 Bir Kitap

Okuyor.

Yorumu size kalmış.

Lütfen bir düşünün. Okumayan Türk halkını belki yerecek belki de takdir edeceksiniz.