Yaşamım

Halil İbrahim Balkaş

23.11.1946

Kaş

“Yaşamım!” dediğimde sanırım aklıma ilk gelenleri yazacağım. Gerçekte başka türlü de olmaz. Çünkü beyin dediğimiz şeyin çalışma tarzı bu. Başlıyorum:

Doğduğum yerde kalmadık. Babam sivil memur olarak İskenderun Deniz Üst Komutanlığı Askeri Mahkemesi’ne atanınca 1953 yılında Kaş’tan ayrıldık. 1963’e değin tam on yıl İskenderun’da kaldık. Bize Deniz Eğitim Alayı’nda subay lojmanlarında yer verildi.

Yedi yaşımdan on altı yaşıma değin yaşamımın en zorlu ancak en güzel yıllarıydı. Yalnızca benim değil ailemin de. Bir daha öylesi bir düzenimiz, mutluluğumuz olmadı. Her şey güzeldi, dünya güzeldi. Çok güzel insanlar vardı. Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet olmanın bilinci vardı ve devletin tüccarlaşması çok sonraları oldu. Dünyaya umutla bakıyordum.

Biyografimi ele aldığımda o yılları ayrıntılı anlatacağım, İskenderun’u anlatacağım.

Babam emekli olunca mutlu günlerimiz bitti; babam ve annem birlikte Antalya’ya gittiler. Ben, eniştem ve ablamın yanına Ankara’ya gittim. Lise birin ikinci dönemiydi, Bahçelievler Cumhuriyet Lisesi’ne kaydım yapıldı. Eniştem taksicilik yapıyordu. Ara sıra annem de geliyor bizimle oluyordu. Sıkıntısız mutlu yaşıyorduk. Okulumu ve arkadaşlarımı sevmiştim. Lise ikiye geçtim.

Lise iki başladı ve eğitim döneminin daha ilk ayında eniştem bana bir haber verdi, “Almanya’ya başvurumuz onaylandı, bir hafta içinde önce ablan ardından da ben, gidebileceğiz,” dedi. O sıralar Türkiye’den Avrupa’ya trenlerle işçi taşınıyordu. Okuma yazma bilen herkes gidebiliyordu. Onların adına sevinmiştim. Ancak eniştem benim için kaygılanmıştı. O sıralar ince düşünceli duygulu bir insandı. Almanya onu bir başka insan yaptı. Onun kaygılarını gidermeye çalıştım. Antalya’ya anne ve babamın yanına gideceğimi, okulların yeni başladığını, bir güçlük çekmeyeceğimi söyledim ve ekledim: “İki sene sonra lise bitince Almanya’ya gelir yine başınıza ekşirim,” dedim. Güldü, rahatladı. Ben Antalya’ya onlar Almanya’ya.

Antalya’da ruhumu sıkan şeyler oldu. Bir kez Ankara’da bakışmalarımızla birbirimize çok şeyler anlattığımız bir çift yeşil gözden uzak kalmıştım ve özlüyordum. İçimde aşk vardı. Antalya’da nedense bir yabancılık duygusu oluştu. Okul, çevrem, insanlar yabancı kaldı. Üstelik annem ve babam üç kuruşluk emekli maaşının (yanılmıyorsam üç yüz liraydı) üçte birini ev kirası olarak veriyorlardı. Geçim darlığı içindeydiler. Benimle birlikte darlığın artacağı açıktı. Biraz onların hoşnutsuzluğu biraz benim hoşnutsuzluğum, onlar mı beni dışladılar, ben mi çekip gittim, o yıl Antalya olmadı.

Gurbet oldu. Sekiz ay. Kırıcı soğuklar, sabahçı kahveleri, açlık, parasızlık, yardım elleri ve iyi kötü okul.

İyi ki yaşadım. İyi ki bir çöp bidonunu karıştırıp bulduğum tamtakır donmuş ekmeği geveledim.

Gurbette yaşadıklarımı biyografime bırakıyorum. Ancak anlatmadan geçmeye gönlümün elvermediği bir anım var: Ankara’nın sanırım ilk şehirlerarası otobüs terminaliydi Etlik’teki yer ve ben gecenin ayazından oradaki sabahçı kahvesine sığınarak kurtuluyordum. Çay içiyor, poğaça yiyerek karnımı doyuruyor karşılığında sabaha kadar bardak yıkıyordum. Yine bir gün kahvenin yolunu tuttum. Havanın soğuğu acımasızdı; ben yetersiz giysilerimin içinde küçülmüş yürüyorum. Terminalin önüne geldiğimde hava kararmaktaydı ya da kararmıştı. Tüm apartmanlarda ışıklar yanmış, kimilerinde insan suretleri bir görünüyor, bir yitiyor. Terminale dönen yolun bir kıyısında yüksekçe bir taş vardı, üstüne oturdum. Karşıma düşen perdeleri çekilmiş çekilmemiş sarı sıcak ışıklarıyla evleri seyretmeye başladım. Yalnızlığıma, çaresizliğime iç çekerek ağladım!

İyi ki bunları yaşadım. Bu gurbet bana bu dünyanın nasıl bir yer olduğunu gösterdi. Hem de nasıl.

Olacağı oydu, o yıl sınıfta kaldım. Annem ve babam beni istiyorlardı, ben de onları istedim ve Antalya’nın yolunu tuttum.

1964-1966, iki yıl Antalya Lisesi’nde okudum ancak eğitimimi Alanya Lisesi’nde tamamladım. Eğitim yılının bitmesine iki ay kala beni komünizm propagandası yaptığım gerekçesiyle sürdüler. Gerçekte okuldan uzaklaştıracaklardı ancak ilk gençliğini yaşayan birinin geleceğini karartacak ölçülerde insanlıktan uzak olanların yüreği de ona göre oluyordu. Devrimci hareketin çıkış yaptığı günlerdi; yürekleri yetmedi, korktular ve çareyi sürmekte buldular. Onlar, sırtıma binerek yükselmek isteyen köpeksilerdi. Oysa ben komünizm, sosyalizm nedir daha bilmiyordum, propagandasını nasıl yapacaktım? Yalnızca ilgi duyuyor, sosyalist sol yazarları okuyor ve üstelik onları anlamakta güçlük çekiyordum. Ayıp olmasın diye sosyalizme değgin kitapları sonradan okumak durumunda kaldım.

Alanya’da lise bitti ve ben bir Almanya macerası yaşadım. İğrenç bir maceraydı. Onun ayrıntılarını da biyografime bırakıyorum. Kısaca, olan şu: Beni aile ilişkilerinin baskısıyla yanına çağırmak durumunda kalan Eniştem değişmişti. Nedense orada eğitim görmemi istemiyordu. Bir çekememezlik, bir kıskançlık tutum ve davranışlarında belirgin bir biçimde ortaya çıkıyordu. Onun bu hoşnutsuzluğu ikimizin yumruk yumruğa kavga edişimize değin sürdü. Almanya için tüm olanaklarımı yitirdim, Türkiye’ye döndüm.

Yazın bir gününde Eskişehir Ticarî İlimler Akademisi’nin giriş sınavlarını kazandım, kaydımı yaptırdım.

Bir yıl sonra TRT Antalya Radyosu’nun açtığı spikerlik sınavını kazanıp işe başladım. Otuz yıllık kâbusum oldu. Hiçbir kurumda bu ölçülerde olur mu bilemiyorum, çekememezlikler, kıskançlıklar neredeyse açıktan açığaydı. Hakkımdaki koca bir klasörü tıka basa dolduran soruşturma evrakı da bunların açıktan belgeleridir. Küçük burjuva doymazlıkları, yönetim kademelerinde işe yaramaz beyinler, ayak kaydırmalar, adam kayırmalar, akıl almaz yalakalıklar, bu yalakalıkları ödüllendirmeler ve daha bir yığın görmezden gelmeye çalıştığım, görmezden gelmekten başka çıkar yol bulamadığım pislikler buradaydı. Bu arada kötü giden bir evliliğim vardı. Nasıl dayandım? Bataklıktaki nilüfer çiçekleri gibi güzel insanlar eksik değildi. Güzel dostluklardı. Halen görüşüyoruz. Görüşemediklerim de var; özlüyorum. Onlara Tanrı’dan rahmet diliyorum.

Evliliğimde kâbus olan eşim değildi. O, kendi anlayışı çerçevesinde bir yaşam düşlemişti. Bulamadı. Elinde kitap, her fırsatta kitap, kaç saat sürerse; ardından bir masanın başında karalamalar; onun için dayanılması zor bir durumdu. Benim ta başından, bir okuyucu olduğumu ona duyurmam pek bir şey ifade etmedi. Nasılsa yirmi iki yıllık anlamsız bir birlikteliği belki de çocuğumuz analı babalı büyüsün diye sürdürdük. Çocuk üniversiteye girdi biz bitirdik.

Yıldızlar Işıyacak adlı romanıma emekli olmadan beş altı yıl öncesinde başlamıştım. Bitmeyen senfoniydi. Emekli olduktan sonra tam iki yıl kapandım ve bitti.

Çalışırken, iş yaşamı içinde yazarlık zor. Geçici görev gibi bir başka kentte on beş, yirmi gün kaldığınızda yeniden romana dönmek, romandaki o ruhsallığı yeniden bulmak insanın günlerini alıyordu. 7 İklimin Çocukları adlı romanım öylesi koşullarda doğdu.

Eşimden ayrıldım, kızımı eğitimi için Fransa’ya gönderdim, ben de kıt kanaat geçinirim diye akrabalarımın çokça olduğu Kaş’ın Kınık köyüne, yeğenim Ali Çıralı’nın evine taşındım. 2005-2007 yılları, üç yıl yaz kış orada konakladım. Arada bir Antalya’ya başta ablam olmak üzere akrabalarımı görmeye, arada bir de İzmir’e dostlarımı görmeye gittim.

Üçüncü yılın sonunda İzmirsiz olamayacağını anladım ve orada bir ev kiraladım. Bir kapıcı dairesi. İzmir denilince orası. (Emekli olduktan sonra kimi kuruluşlarda “Etkili Konuşma ve Diksiyon” kursları verdim). Üçe bölünmek gibi bir durum. Antalya’da, Kınık’ta ve İzmir’de oluyorum. Rüzgâr ne yandan eserse. Kınık’taki evimin yeri de değişti. Bu kez yeğenim Ramazan Çıralı’nın evinde kalıyorum. Oraya en yakın ev beş yüz metre ötede. Ev sessizliğin ülkesi. Ancak temmuz ve ağustos aylarında kalmamaya çalışıyorum. Ağustos böceklerinin sesi dayanılacak gibi değil. Eylüldeyse Kınık bir rüya. Bir aylık turistik yaşama tüm hayatlarını adayanlar ülkelerine ve kentlerine gittiklerinde Akdeniz bana kalıyor. On sekiz kilometrelik kumsalda sere serpe güneşleniyor, sessizliği yaşıyor, denizle kucaklaşıyorum. Ekim sonuna değin güneş beni sarıp sarmalıyor. Müziğimi dinliyor, kitaplarımı okuyorum.

Hayat bir geliyor, geçiyor. Yaşadığımız yanımıza mı kalıyor. Bence kalıyor. Böylesine iniş çıkışları olan bir yaşam için ancak şimdilerde Tanrıma şükredebiliyorum. Daha yenice uyandım. Benim için daha iyisi olamazdı. Bir gün bu dünyaya gözlerimi kapadığımda tarihin bir döneminin içselliği olarak geride bırakacağım anılarım olacak. Biliyorum birileri okuyacak ya da dinleyecek. Ben onlarda yaşayacağım.