Cumhuriyet Halk Partisi ve Aptal Halk

İzmir’de belediye otobüsünde sadece iki yolcuyuz. Ön sıralardayız ayrı oturuyoruz. 1976 yılı sanırım. Otuz yaşındayım ve şoföre daha yakın oturan ve şoförle söyleşen yolcu oldukça yaşlı bir insan, fakat sesi gür çıkıyor ve öfkeyi taşıyor. Seçimlerle ilgili bir konuşmaydı; geçmişten bir örnek veriyor: “Bu milleti anlayamazsın kardeşim. Mustafa Kemal, düşmanı şu gördüğün deniz var ya işte oradan, şu, şu, şu denize döküyor; ırzımızı namusumuzu kurtarıyor, geleceğimizi kurtarıyor sonra ne oluyor, ‘Serbest Fırka’ diye bir parti kuruluyor. Kuruluşunu isteyen de Mustafa Kemal ha! Adam çok partili sistemle ülkesine Avrupa demokrasisini getirecek. Partinin başına Fethi Okyar’ı getiriyor. Kim bu Fethi Okyar? Bu halk bilmez. Olsa olsa adını duymuştur; tanımazlar etmezler. Adam İzmir’e geliyor, akıllara ziyan, mahşeri bir kalabalık. Bir kaynaşma, bir tezahürat, aklın alacağı gibi değil, insanlar birbiri üstüne, öylesine; oradaydım, gözlerimle gördüm. Bağırıyorlar, “Kurtar bizi, kurtar bizi!” diye. Allah Allah! Kim kimi kimden kurtaracak, neyi kurtaracak? Yoksa Fethi Okyar bizi Mustafa Kemal’den, İsmet Paşa’dan mı kurtaracak? Kafayı kırmak işten bile değil. Sizi Yunandan, İngiliz’den, Fransız’dan, İtalyan’dan Mustafa Kemal kurtarmadı mı? Şehriniz daha dün Yunan işgalindeydi sizi kurtaran Mustafa Kemal değil miydi? Sizi Fethi Okyar mı kurtardı? Fethi Okyar da kim? Bu nasıl iş? Hainlik bu, aptallık.”

Yaşlı adamın yaşadıkları, öfkeyle dile getirdikleri gerçekti. Gerçekten Fethi Okyar, Şevket Süreyya’nın da kitabında değindiği gibi İzmir’de kendisinin bile beklemediği inanılmaz bir kalabalıkla karşılaşmış, “Kurtar bizi, bizi kurtar” nidaları arasında şaşkınlığa düşmüştü.

Şaşkınlığa düşen bir Fethi Okyar olmasa gerekti. Asıl şaşkınlığı Kurtuluş Savaşı’nın iki büyük önderi Mustafa Kemal ve İsmet İnönü yaşamış olmalı. Sanıyorum onlar birbirlerine olmasa bile kendi kendilerine bunun nedenini sormaktan geri kalmamışlardır ve yine sanıyorum ki yanıtını da çok iyi biliyorlardı.

Otobüsteki adam bir olasılık Mustafa Kemal’in askeriydi ve yaşadıklarını içine sindiremiyordu. Peki, onun halkı suçlaması doğru muydu?

Doğru değildi çünkü halklar hiçbir şekilde cahil, aptal, hain, vefasız, dönek diye nitelendirilemez. Bir halk için ancak ortak akıldan söz edilebilir. Aptal hain gibi söylemlerin tabanında ırkçılık ve kendini halkların üstünde görme alışkanlığı yatar. Üretken, sağlıklı, iyi ve güzel bir yaşamın sürekliliğini, güvencesini dileyen halkların eylemlerinde ve yönelişlerinde kesinlikle haklı nedenler bulunur ancak aldatılmaları, yanlış eylemlere sürüklenmeleri ne yazık ki her zaman mümkündür çünkü herşeyi elinde tutan iktidar sahipleri olmadık tasarımlarla hepimizi yanıltırlar. Ne yazık ki uyanışımız, eninde sonunda doğruya gerçeğe ulaşmamız geç olur ancak olur. Bu konuyu daha ileride daha geniş ele alacağız.

Bu mantıktan hareketle “Bizi kurtar” diyen İzmir halkının bu tutumunun yani Mustafa Kemal’e ve onun partisi CHP’ye sırt çevirişinin nedenini ya da nedenlerini bulmamız gerekecek.

Osmanlı tarihine girmeden yakın tarihimizi çözümlememiz mümkün değildir.* Osmanlı, İstanbul’un fethinden sonra belirgin şekilde başkalaşır. Batının cazibesinde azınlıklara itibar etmeye başlar. Saray oldukça hızlı bir şekilde Türk unsurlardan arınır ve dönmelerin sarayı haline dönüşür. Yıkılışına kadar yönetim kademelerinde Türk asıllı tek kişi görülmez. Bu nedenle Osmanlı’nın tanımında “Türk” kavramını içerecek ulusalcı bir nitelik yakıştırması yanıltıcı olur. Zaten kendileri de bu kavrama hep uzak durmuşlardır.

Osmanlı’nın Tımar sistemi Anadolu’da üretici halkları köleleştiren bir zulüm düzeni olmuştur. Verimli toprakların başına her zaman ya devşirme yeniçeriler ya da Müslüman ve Türk olup ihalelere katılma hakkı elde eden dönmeler geçmiştir. Onların dışında Türk asıllı büyük toprak işleyicisi yoktur. Osmanlı’da toplum yapısı bakımından Türk halkının sermaye birikimine gitmesi diye bir durum söz konusu olmamıştır. Nitekim bu tür örneklere rastlayamıyoruz. Bu nedenle Osmanlı mülkü azınlıklar ve yabancılar için her zaman fırsatlar ülkesi sayılmıştır.

Azınlıklar iç ve dış ticareti ve her tür ekonomik faaliyeti ellerinde bulundururlarken, geniş toprakların kullanım haklarına ve sonrasında mülkiyetine sahip olurlarken, vergi toplama ayrıcalığını elde ederlerken, koca imparatorluğun aristokrat sınıfını oluştururlarken başta Anadolu olmak üzere Türk halkının payına hep savaşlar düşmüştür. Savaşlara yalnız ve yalnız Türk kökenliler götürülmüş, yüzlerce yıl kırdırılmışlardır. Azınlıkların askerlik olayıysa en çoğu komutan olarak gerçekleşmiş ve konumları bakımından dalkılıç savaşlara girmekten hep uzak kalmışlardır.

Bu tutum ayrıca Osmanlı’nın önemli bir gelir kapısını da oluşturmuştur. Askere alınmayan azınlıklar haraca tabi tutulmuşlardır. Onlar da bunu seve seve vermişlerdir. En azından verdiklerinden fazlaca yakınmamışlardır. Bunu doğrulayan bir anekdotu Şevket Süreyya Aydemir’in “İkinci Adam”ının ikinci cildinin (on dördüncü basım) 235. Sayfasından alıp buraya taşıyoruz. Orada tarihçi Musevi Avram Galanti Efendi’den söz edilir. Belirtmeliyiz ki kitabından alıntı yaptığımız Şevket Süreyya, aynı zamanda Milli Şef döneminde önemli bürokratik görevlerde bulunmuş bir insandır. Alıntı onun yaşadığıdır. Sanayi Tetkik Heyeti Başkanlığı yaptığı bir sırada Galanti ve arkadaşı İzmir Musevilerinin cismani başkanı Baba Gomel onu evinde ziyaret ederler. Konu İkinci Dünya Savaşı yıllarının en zorlu döneminde, 1942’de çıkarılan Varlık vergisi olur. Varlıklı olanlar genelde azınlıklar olduğu için asıl yükü onların çekeceği düşünülür. Baba Gomez şöyle der: “Siz koyunun postunu kırkacağınıza, koyunun kendisini kesiyorsunuz.”

Şevket Süreyya Aydemir, Gomel’in sözlerine, bir tarihçi olduğu için daha çok Avram Galanti’ye yönelik olarak, şöyle karşılık verir: “Galanti Efendi, siz tarihçisiniz, işi şöyle almalısınız: Biz Türkler asırlardan beri bin bir savaşta, sanayie, para ve sermaye biriktirmeye vakit bulamadık. Sizler, yani bütün azınlıklarsa bunları yaptınız. Biz sizi savaşlardan koruduk. Siz orduya asker vermediniz. Ticareti, sanayii, ithalat ve ihracatı, para ve sermayeyi ellerinizde topladınız. Bu işler, bizim asırlarca döktüğümüz kanlar pahasına ve hele Tanzimat’tan sonra münhasıran siz azınlıkların ellerinde toplanan imkânları korumak için oldu. Tanzimat Fermanı bile, bizleri bu savaşlardan kurtarmak için değil, sizlerin mal, can emniyetinizi korumak gerekçesiyle ilan olundu…”

Bu sözler üzerine her iki konuk da fazlasıyla müteessir olurlar. Galanti Efendi, “Bizim bütün servetlerimiz sizin döktüğünüz kanların bir zerresi bile olamaz,” diyerek özürlerini dile getirir.

Türkler Büyük Selçuklu İmparatorluğu dönemi de dahil savaşların içinde sürekli cehennemi yaşadı. Hele İstanbul’un fethinden sonra Fetret devrini, Celali isyanlarını, eşkıyalık belasını, topraksızlığı, toprağa bağlı köleliği, vergi diye ellerinde olanların neredeyse tamamının alınmasını, yani açlığı, sefaleti, dört yüz yıl boyunca yaşamlarından emin olamadıkları için çift bozup ormanların içine, kuytuluklara saklanmayı yaşadı.
Osmanlı, azınlıkların Osmanlısıydı.

Peki, ya Cumhuriyet?

Yakın tarihimizi birbiri üzerine perçinlenerek anlatan kitaplar Şevket Süreyya’nın “Enver Paşa”sı, Tek Adam”ı ve inanılmaz “İkinci Adam”ıdır. Burada dile getirdiklerim onun kitaplarından birtakım alıntılardır. Bugünümüzü anlayabilmek ancak yakın tarihimizi anlamakla mümkün olacaktır dolayısıyla o kitapların okunması gerekir.

Birinci Dünya Savaşı öncesi saraydan kız alan ve böylece Osmanlı’nın damadı olan Enver Paşa, Almanya’ya askeri ataşe olarak gönderilir. Bir gün şansölye onu makamına kabul eder. Ne de olsa saraydandır, gelecek vaat etmektedir. O sıra Enver daha otuzunda bile değildir. Söyleşileri sırasında içeriye Alman Genelkurmay Başkanı girer ve Şansölyeyi iplemeden tam Enver’in karşısına geçer, esas duruşunu göstererek sert bir selam çakar, “Alman ordusu ve ben emrinizdeyiz” türü laflar eder. İmparatorluğu, Almanların safında üç beş arkadaşıyla hiç kimseye danışmadan tezgâh atarak savaşa sokan, Sarıkamış’ta doksan bin askeri tüm uyarılara rağmen donduran Sarıkamış Büyük Komutanına(!) savaş öncesinde böylesine gaz verilir.

Şifahi kültür bakımından kulağımıza gelendir; derler ki Türklerin en büyük düşmanı İngilizlerdir. Yine şifahi kültür açısından bu bir yanıyla doğrudur; onlar Arap petrolleri nedeniyle gözlerini Osmanlı topraklarına dikmişler ve oyunlarını oynamışlardır. Ancak şayet ulusları, dost düşman diye kıyas mantığıyla bir yerlere koyacak olursak diyebiliriz ki Türklerin en büyük düşmanı İngilizler değil Almanlardır. Bizi Birinci Dünya Savaşı’na zorlayan, entrikalarla savaşa girmemize yol açan onlardır. Harika bir Narsist yakalamışlar, işlemişler ve onun üzerinden koca Osmanlı ülkesini savaşa sokmuşlardır. Tezgâh atmada üstlerine yoktur. Söz gelimi savaş öncesi silah yardımlarını gönderirlerken vagonların üstüne “Enverland” diye yazma uyanıklığını göstermişlerdir. Bugün bile Alman Vakıflarıyla bize olan ilgilerini sürdürmektedirler. Müsaitiz.

Almanların Türkiye’yi savaşa sokmak istemelerinin nedeni çıkaracakları savaşta Rusya’ya saldırma planlarıdır. Osmanlı kendi saflarında savaşa girerse başta Rusya, tüm düşmanlarının cephe sayısı artacak ve onların kendilerine karşı olan savaş güçlerinde zorunlu olarak bir düşüş yaşanacaktır. Planları tutmuştur. Osmanlı, öyle bir Osmanlıdır ki Almanların Fransa’ya saldırılarının durdurulduğu ve kesinlikle savaşı kaybedeceklerinin anlaşıldığı bir dönemde onların safında savaşa katılarak sonunu ilan etmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı tarih sahnesinden silinir. Savaşta üç milyon insanı ölür. Bir buçuk milyonu fidan gibi Anadolu Türk gencidir. Bir buçuk milyon Türk genci! On iki milyon nüfusun bir buçuk milyonu! Anadolu toprakları üzerinde neredeyse genç insan kalmaz. Bu, Osmanlı’nın, Anadolu çocuklarını kırımının sonuncusu olur.

Birinci Dünya Savaşı’nda bin bir yoksunluk, çaresizlik ve zorluklarla savaşların içinde pişen kadro, Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde Kurtuluş Savaşını gerçekleştirir ve cumhuriyet kurulur. Bu öylesine bir kurtuluş hareketidir ki, ilktir. İlk antiemperyalist savaştır ve ilk Ulusal Bağımsızlık Savaşı’dır. Emperyalizmin de ilk yenilgisidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası da tüm sömürge ülkeler, Anadolu hareketini örnek alarak, mümkün görerek işgalcilere karşı savaşmışlar ve Afrika, Güney Amerika, Güney ve Güneydoğu Asya ülkelerinin neredeyse tamamı bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Sömürgeciliğin sonunu getiren hareket Anadolu hareketi olmuştur.

Daha kırk yaşındayken kurtuluşu gerçekleştiren Mustafa Kemal, artık Türk halkının ve dünya halklarının gözünde bir efsanedir. Meclis tarafından yaşam boyu cumhurbaşkanı seçilir ve o da başbakanlığa İsmet İnönü’yü getirir.

Sonrası?

Mustafa Kemal ömrünün sonuna kadar çok önemli iki işle ilgili olmuştur: Türk Tarihi ve Türk Dili.

Onun cumhurbaşkanlığı dönemi ve sonrasında ölümüyle İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı dönemi yani 1923-1946 arası, cumhuriyetin tek parti dönemi olur. Bu dönemde Lozan’da üstümüze yıkılan Osmanlı borçları ödenir. Demiryolları millileştirilir sonrasında yeni demiryolları yapılır. Şeker, basma, deri fabrikaları ve daha birçok alanda fabrikalar kurulur. Kalkınma için planlar yapılır ve siyasetin bağnazlıklarına takılmadıkları sürece planda öngörülen hedeflere az ya da çok ulaşılır. Eğitimde birlik esas alınır. Her tür yokluk ve yoksunlukla mücadele edilir. Ülkeyi ikinci dünya savaşına sokmama başarısı gösterilir. Büyük başarılardır. Tüm Osmanlı tarihi boyunca şehzade kentlerinin dışında, Anadolu’da Osmanlılarca taş üstüne tek taş konulmazken bunlar o topraklar üstünde yükselen ilk yapılar, ilk bacalardır.

Ancak tüm bu olumlu çalışmalara rağmen Cumhuriyet adalet üzerine kurulmamıştır. Çünkü en başta gerçekleştirilmesi gereken ve bir zorunluluk olan “Toprak Reformu” hayata geçirilebilmeli, devlete ait topraklar halka dağıtılabilmeliydi. Osmanlı’nın, kökeni ne olursa olsun, şehadet getiren ve parayı bastıran her paralı dönmeye ulufe dağıtır gibi dağıttığı topraklar için verdiği ve sonradan karın ağrısı haline gelen tapuları cumhuriyet geçerli saymamalıydı. Neden geçerli saydı? Zaferin ve ardından Cumhuriyetin kuruluşunun en önde gelen iki liderinin bunu önemsemedikleri ve sözgelimi birilerine haksızlık olacağını düşündüklerini söylemek söz konusu olabilir mi? Mümkün değil. Çünkü Mustafa Kemal 1922 yılı meclis açılış nutkunda “Toprak Reformu”nun olmazsa olmaz bir zorunluluk olduğunu söylüyordu. İsmet İnönü de 29 Aralık 1937’de parti grubu toplantısında köylünün yarısına yakınının topraksız olduğunu köylüyü sonsuza kadar topraksız bırakmaya rıza göstermelerinin mümkün olmadığını belirtiyordu, belirtiyordu ancak cumhuriyetin ilanından on altı yıl sonra.

Toprak üzerine reformist ilk adım 1945 yılında atılır ve geniş arazilere sınır getiren kanun büyük gürültüler arasında kabul edilir. Ancak kanun hiçbir şekilde uygulamaya sokulmaz. Kanunun mimarı tarım bakanı Şevket Raşit Hatiboğlu kanunun ardından görevden alınır yerine kanuna şiddetle karşı çıkan ve geniş arazilerin sahibi olan Adana milletvekili Ali Cavit Oral getirilir. Kısa zamanda kanun Tadilat adı altında değişime uğrar, kanun olmaktan çıkar ve olay böylece sona erer. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’dür ve İktidarda Cumhuriyet Halk Partisi vardır.

Mustafa Kemal reform sözcüğünden 1922 yılında söz etmiştir; İsmet Paşa 1937 yılında. Mustafa Kemal hastalığının ağırlaştığı yılı saymazsak 1922’den 1937’ye ülke yapılanmasının en vazgeçilmez olayına sözünü ettikten sonra 15 yıl uzak kalmıştır. İsmet Paşa’ysa reformu istedikten sekiz yıl sonra mecliste görüşülmesini ancak sağlıyor, Şevket Raşit Hatipoğlu’nun inatçı tutumu ve çabalarıyla kanun meclisten nasılsa geçiyor. Peki ne oluyor da kanunun mimarı Hatipoğlu Tarım bakanlığından alınıyor ve kanuna hayat hakkı tanımayacak Ali Cavit Oral tarım bakanı yapılıyor? Bu soruya ancak “pişmanlık” gibi bir söz gerekçe gösterilebilir. Akla uygun bir başka yanıtı bulmak zor.

Osmanlı’nın köyleri, gölleri, ormanları, meraları içeren ve sadece ağalık düzeninin belgeleri olan tapuları olduğu gibi cumhuriyette kabul görmeye devam etmiştir. Öylesi bir toprak yapılanması ister Asya Tipi, ister prekapitalist, ister feodal olsun birer birer yıkılan krallıkların, çarlıkların, şahlık ve padişahlıkların köhnemiş köleci toprak rejimiydi ve ulus devletin özgürlükçü yapısına tümden ters düşüyordu. Birinci Sanayi Devrimi’nin yol açtığı 1789 Fransız Devrimi’yle toprak köleliğine son verilmek zorunda kalındı çünkü sanayi tesislerinde özgür işçilere gereksinim vardı.

Unutulmaması gereken bir diğer nokta da Osmanlı’nın son yüzyılında vermiş olduğu tüm bu tapuların sahiplerinin azınlıklar olmasıdır.

Toprağa ilişkin adaletsizliklerin başka örnekleri de var.

Medeni kanunun kabulüyle, 539. Maddesine dayanarak boş ve tapusuz arazileri ele geçiren birtakım kişilere göz yumulmuştur. Anadolu çiftçisi medeni kanun deyince ve onun 539. maddesi deyince ne anlar? Anlamaz elbet. Anlayanlar başkaları.

Mübadelede kendilerine gösterilen ham toprakları işleyerek verimli hale getiren göçmenlerin birçoğunun toprakları daha sonraları birilerince gösterilen tapular nedeniyle ellerinden alınmış ve onlara işlenmemiş başka topraklar verilmiştir.

Bir milyon Ermeninin tehcirinden sonra boş kalan topraklar halka dağıtılacağına (söz gelimi muhacirlere verilebilirdi) birilerince ele geçirilmiş ve buna ses çıkarılmamıştır.

Dışarıdan gıda maddeleri temini için özellikle ikinci dünya savaşı sıralarında çaresizlik yaşanırken, kıtlık yaşanırken ve birçok yollar aranırken o sıralar ekilebilir toprakların ancak yüzde beşi ekilmiştir. Yani ekilebilir toprak varken, ticari tercihler midir etken olan, ekime gidilmez. Halk savaş yıllarını açlık tehlikesiyle ve yoksunluk içinde geçirmiştir. Savaş zenginlerinden söz edilir.

Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan ve Türkiye Cumhuriyeti yasalarına tabi olan Güneydoğu Anadolu’da aşiret hayatının ve şeyhlik kurumunun devamına olduğu gibi göz yumulmuştur; üstelik orada uyarı gibi birtakım kalkışımlar olmasına rağmen. Bir ülke genişliğindeki tüm topraklar üç beş aşiret reisinin mülküdür ve yeni cumhuriyet buna hiç karşı çıkmamıştır. Bu reisler ve onların yutturmaca şeyhleri o sıralar kapı dışarı edilseydi ve topraklar köle konumundaki halka dağıtılsaydı bugün Kürt sorunu diye bir sorun olmayacaktı.

Köy enstitüleri kurulur. Nasıl? Çocuklar okul binalarını kendileri yaparlar. Öğrenimde büyük başarılar elde edilir, çok iyi sonuçlar alınır. Sonra nedense bir karalama kampanyasıdır sürüp gider. “Öğrenciler komünizm propagandası yapıyor” denilerek iş başındaki CHP hükümetince soruşturmalar başlatılır. Çocuklar sorgulanır, yargıçların karşısına çıkartılır. Cinsellikle ilgili iftiraların, karalamaların önüne geçilemez. Demokrat Parti seçimleri kazanınca da Köy Enstitülerini kapatır. Mucize bir harekete siyaseten son verilir.

Ufaktan yolsuzluklar baş gösterir, vergi adaletsizliği gibi sorunlar gündeme gelir. Bürokraside rüşvet iddiaları dedikodu malzemesi olur. Hukukun üstünlüğü gibi bir kavramın sözü bile edilmez.

*

Yıl 1975. Ankara’dayım. Arkadaşım Hasan Kalaycı, askerlik hizmetini yenice bitirmişti. Birlikte bir akrabamın, Ali Rıza Erkahveci’nin Yenimahalle’deki evine gittik. Ali Rıza Erkahveci, o sıralar Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda en kıdemli albay ve Personel Dairesi Başkanı. Generallerin sicilleri bile elinin altında. Hasan Kalaycı’nın ona sorusu vardı; gidiş nedenimiz yalnızca bu soruydu:

“Ali Rıza Abi, ben Etimesgut Tank Tümeninde yedek subay olarak hizmetimi sürdürürken Kıbrıs’a çıkarmanın başlamasıyla birlikte çarçabuk Yunan sınırına gönderildim. Fakat sonradan öğreniyorum ki benim bulunduğum yerde görevini yapanlar ve Trakya bölgesindeki yedek subayların birçoğu da bizden boşalan yerlere ve savaş ihtimali uzak diğer yerlere tayin edilmişler. Bu nasıl bir kayırmacılıktır?”

Ali Rıza Erkahveci, Kalaycı’yı teessür içinde olduğu gibi doğruladı. Fakat o da olayı sadece kayırmacılık olarak düşündü. Bugün ben bunun Osmanlı döneminin azınlıklar politikasına eş bir tutum olduğu düşüncesindeyim.

Birinci Dünya Savaşı’nda bir buçuk milyon evladını toprağa veren ve Kurtuluş savaşını gerçekleştiren Türk kökenli halk, hak ettiği toprakları umdu ve istedi, adaleti, eşitliği ve özgürlüğü istedi. Bunlardan yoksun bırakılınca tanımadığı Fethi Okyar’a “Bizi kurtar, kurtar bizi!” diye sarıldı.

Bu ülkede yaratılmaya çalışılan sağ-sol, Alevi-Sünni, kırsal-kentsel, Türk-Kürt gibi ayrımlar birer projedir ve azınlık sorununu örtülemeye dönüktür.

Ayrıca, tüm dünyada partiler ve liderleri oligarşilerin partileri ve liderleridir, icazetlidir.

CHP mi? Her zaman doktrinsiz, ilkesiz, Fabian ve en çoğu yüzde yirmi beş.

Yazının girişinde, Osmanlı’nın azınlıklardan yana tutumunu onun toplumsal yapılanmasını göstererek ortaya çıkarmaya çalıştık ve sorduk, “Cumhuriyet dönemimizde nasıl oldu?” diye. “Peki Ya Cumhuriyet” alt başlığı altında, bu soruya yanıt aradık ve Osmanlı toprak düzeninin olduğu gibi Cumhuriyete taşındığını, köleci bir toprak düzeninin ulusalcı bir yapılanmaya aykırı olduğunu ortaya koyarak Cumhuriyetin adaletsizlikler üzerine kurulduğunu söylemiş ve örnekleriyle göstermiştik. Bunun azınlıklarla ilgili bir yaklaşımın ötesinde bir mantığının bulunamayacağını da dile getirmiştik.

Şimdi Türk halkının, lütfen söze dikkat buyurun, “Türk halkının” vakarına, duruşuna aykırı olan kimi durumları ortaya koyarak bu azınlık olayına bir başka açıdan yaklaşım göstereceğiz.

Birleşmiş Milletler’de, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması gibi çok haklı olduğumuz bir dava için yapılan oylamada yapayalnız kalınca ya da Ermenilerin Türklerce katledildiği gibi bir savda dünya parlamentoları etmiştir, etmemiştir oylamalarına başlayınca hemen ortalıkta “Türk’ün Türk’e Türk’ten başka yoktur dostu” gibi laflar gezinmeye başlar. Neden?

Neden bu ölçülerde yalnızız? Neden bize sıcaklık duyan herhangi bir ülke yok? Neden dışlanmışız? Sanırım Türk devletinin sonu gelse tüm dünya havai fişeklerle olayı kutlayacak. Neden?

Kara bıyıklı Türkler, başı örtülü kadınlar, yer sofralarında yemek yiyen, trafik kazalarında binlerce ölü veren, kadın cinayetlerinde rekor kıran bir ülke olduğumuz için mi? Değil. Biz nasıl ki Hintlilerin öküze kutsallık atfetmesi nedeniyle onları yargılamıyorsak onlar da yukarıda saydıklarımız nedeniyle bizi yargılamıyorlar. Herkes kendi kayığının küreğini çekiyor.

Yalnız kalışımızın nedeni sadece ve sadece dış politikadaki yanlı ve onurlu duruşa aykırı tutumlardan kaynaklanmaktadır. Örnekleri veriyoruz:

1) 14 Mayıs 1948’de Yahudi önderler İsrail’in kuruluşunu ilan etmişler, ilk tanıyan ülke Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. İlk tanıyan Müslüman ülke de Türkiye’dir. Başlangıcından bu yana Arap-İsrail olayında sürekli Araplardan yana bir tutum gösteren Türkiye’nin, Battı yanlısı Amerikancı politikası, sadece Arapları değil tüm dünyayı şaşkınlığa uğratmıştır.

2) Bağımsızlığını kazanan Asya ve Afrika ülkeleri dayanışma talepleriyle 18-24 Nisan 1955 tarihleri arasında Endonezya’nın Bandung kentinde bir araya gelmişlerdir. Türkiye, konferansta, dünyanın ilk bağımsızlık savaşını veren ülkesi olarak ayrıcalıklı bir konumdadır. Ancak orada Türk Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Batının sözcülüğünü yapmış, tam bağımsızlıktan yana olan Hindistan Lideri Nehru’yla sert tartışmalara girmiştir. Emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşını veren ve Emperyalizmi ilk yenilgiye uğratan Türkiye’nin, Batının sözcülüğünü yapması yine sadece üçüncü dünya ülkelerini değil tüm dünyayı şaşırtmıştır. Bu olay üçüncü dünya ülkelerinin dostluğunu kaybetmemize yol açmıştır.

3) Bandung Konferansında tüm ülkeler Cezayir’in bağımsızlık mücadelesine destek verirlerken Türkiye Nato’nun ağzından konuşarak direnişlere karşı çıkıyor, direnişçileri terörist olarak nitelendiriyordu. Kurtuluş mücadelesi sırasında, Anadolu’da, Mustafa Kemal hareketini terörist bir hareket olarak niteleyen İstanbul basını da aynı şekilde Cezayir direnişini terörist hareketler olarak yazmıştır. Cezayir’de 8 Mayıs 1945’te Setif ve Guelma’da Kırk Beş Bin Cezayirli katlediliyor, dünya ayağa kalkıyor, İktidarda Cumhuriyet Halk Partisi var, en ufak bir tepki vermiyor. Oysa,

4) 1920’de Fransızlar, Adana-Antep-Urfa yöresini işgal ettiğinde Fransız birliklerindeki Moritanyalı, Libyalı, Tunuslu ve Cezayirli askerler topluca Türk tarafına geçiyor ve birlikte Fransızlara karşı savaşıyorlar. Onlar mazlum milletlerin birlik olmaları gerektiğinin bilincindeydi.

5) 1953 yılında Cezayir direnişi sürerken Fransızlar o meşhur yutturmaca madalya ayağını yani Legion d’Honneur nişanını Başbakan Adnan Menderes’e takıyorlar. Ardından ilk Fransız-Türk Parlamenter Dostluk Grubu’nun kuruluşu gerçekleşiyor. Bu olaylar Cezayir’de direniş sürdürülürken oluyor.

6) 1958’de Cezayir’in bağımsızlığı üzerine Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada Türkiye çekimser oy kullanıyor. Cezayir bağımsızlığını kazandıktan sonradır ki Türkiye onu tanıyor.

7) Mısır lideri Cemal Abdül Nasır 26 Nisan 1956 yılında Süveyş Kanalı’nı kamulaştırma kararı alıyor. Nedeni şu: Yapımı devam etmekte olan dünyanın en büyük barajlarından Asuan’ın tamamlanması için aradığı krediyi bulamaması. Kanalın getirisi çok. Kamulaştırırsa sorun kökten çözümlenmiş olacak. Kamulaştırmaya karşı Fransa, İngiltere ve İsrail birlikte harekete geçerler. Ancak USA ve Sovyetler bu saldırıya karşı çıkarlar. Sovyetler işgalcileri nükleer silahla tehdit eder, üçlü çete geri çekilir. Bu olayda Türkiye’nin tutumu: General Eisenhower’in başkan seçilmesinden sonra dışişleri bakanlığına John Foster Dulles getirilir. 1953 Mayısında Dulles, Başbakan Menderes’le görüşür. Menderes sıkı bir antikomünist olan Dulles’a parmak ısırtacak önerilerde bulunur. Süveyş Kanal bölgesinin jeopolitik açıdan önemi nedeniyle İngilizlerin bölgeyi terk etmemelerini, Fransa’nın Kuzey Afrika’daki konumunun NATO savunması için son derece önemli olduğunu (yani işgalciliğe ve sömürgeciliğe devam edilmesini. Hib) söyler.

8) (Prof.Dr. Türkkaya Ataöv’den alıntıdır). 1951, 1953 yıllarında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, Fas’ın bağımsızlığı gündeme geldiğinde Türkiye konunun ertelenmesi yönünde oy kullanır. Tunus’un bağımsızlığı söz konusu olduğunda da tıpkı Cezayir sorununda takınacağı tutum gibi bunun Fransa’yla Tunus arasında bir iç sorun olduğu görüşünü dile getirir. Ruanda ve Urundi’de, Birleşmiş Milletler gözetiminde yapılacak seçimler ve Moritanya’nın bağımsızlığının oylanmasında da çekimser kalır. Ayrıca ırkçı politikaları nedeniyle Güney Afrika Cumhuriyeti’nin, Uluslararası Çalışma Örgütü’nden çıkarılmasına ilişkin öneriyi desteklemez. Üstelik Nelson Mandela’nın özgürlüğüne kavuşturulmasına ilişkin Birleşmiş Milletler Genel Sekreterine sunulan mektubu imzalamaktan bile çekinir ancak en sonunda 1967’de Güney Afrika’da ırk ayrımını kınayan 89 ülkenin arasında görünür.

Özeti: Biz mazlum millet olmamıza rağmen hiçbir zaman mazlumlardan yana olmadık.

İstediğin kadar sağcı, üstelik bağnaz sağcı, feci kapitalist ve antikomünist falan, ne olursan ol da bu tür bir batıcılık, batılılardan çok bir batıcılık, kimin neyin politikası? Kimin düdüğünü öttürüyoruz ve neden? Yanıt hemen CHP ve Aptal Halk 1 ve 2’de. Bir daha okuyalım, çok önemli, hayatî; kaderimiz üzerine.

___________________
*(Bu yazımın kaynağında Prof. Dr. Mustafa Akdağ’ın iki ciltlik kitabı “Türklerin İktisadi ve İçtimai Tarihi”, yine onun ne yazık ki tek ciltte kalan “Türklerin Dirlik ve Düzenlik Kavgası”, Prof. Dr. Halil İnalcık’ın iki cilt Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi”, Şevket Süreyya Aydemir’in üçer kitaplık “Enver Paşa”, “Tek Adam” ve “İkinci Adam” adlı kitapları vardır. Elbette ukalalık olmasın diye buraya almadığım çok değerli başka kitaplar da var ancak yazdıklarımla ilgili olarak asıl kaynak kitaplarım bu saydıklarım.)