Kimler Parazit? (Parasite)

Davetli olduğum bir gece masamıza bir Güney Koreli konuk oldu. Her birimizin elini sıkarak tanışırken adını söylüyor arkasından “South Korean” diye ekliyordu. Benimle tokalaşırken de aynı sözleri yineledi ve ben de karşılığında adımı söyledim ve ekledim: “North Korean.” Bakışları üstümde dondu kaldı.

Bir kanalda, sanırım TRT’nin bir kanalıydı, sınıf ayrımını işleyen bir Güney Kore filminin Oskar aldığını duyduğumda bu kez de ben donup kaldım. “Bu nasıl olur,” diye sormadan edemedim. Birleşik Devletler sinema endüstrisinin başına taş mı düşmüştü? “Avatar” adlı her sahnesi bir yaratıcılık eseri olan, yaratıcılıklar toplamı, icatlar resmîgeçidi, antiemperyalist, savaş karşıtı direniş filmi ancak ve ancak 3D teknolojisini ilk uygulayan uzun metrajlı bir film olması karşılığı yalnızca teknik ödülü alabilmişti. Jean Jacques Annaud’un “Kapıdaki Düşman” filmi Oskar’ın kapısından bile geçememişti. Oskar, yıllardır içi boş filmlere ödül vererek tarihe kaydını yaptırmıştır. İlginçlik ve hoşluk üzerine içeriksiz, boş ve sadece görselliği önplanda tutan bir sinema endüstrisidir. Nobel gibi gittikçe önemini daha da yitirecektir. Onu ve Birleşik Devletler sinemasını yetenekli aktörlerinin ve yapımcılarının varlığı kurtaramayacaktır.

Sözde sınıf ayrımını işleyen Güney Kore yapımı “Parazit” filmi gösterimdeydi ve gittim. Doğru, gerçekte sınıf ayrımı işleniyordu fakat bir başka açıdan. Yoksulların her zaman zenginler için bir bela ve tehlike olabileceğini ele almış. Filmin kısa özetini verirsek olay daha bir açıklık kazanacaktır:

Pencereleri tavana yakın bodrum katta bir odada yaşayan dört kişilik bir aile; sanki bodrum katta ya da yoksulluk içinde yaşayanlar dünyayı umursamaksızın hep öylesine neşeli olurlarmış gibi sevinçli bir hareketlilik gösteriyorlar. Bu sahneye evin oğlunun bir arkadaşı da girer. Konuk genç, arkadaşına yakında yurtdışına çıkacağını, dönüşünde İngilizce dersi verdiği zengin ailenin güzel kızıyla evleneceğini, bu nedenle de derslerin devamlılığı açısından onu kurtlara kaptırmak istemediğini ve en güvendiği arkadaşı olarak kendisine geldiğini söyler. Böylece yoksul genç zengin ailenin güzel kızına İngilizce dersleri vermeye başlar. Daha ikinci derste kızla öpüşürler. Evin, beş altı yaşlarında hiperaktif bir çocuğu vardır. Güzel ev sahibesi, öğretmeni rahatsız ettiği gerekçesiyle özür olarak çocuğun durumundan yakınır. Öğretmen yakın bir komşusunun çocuk terapisti olduğunu ve mucizeler yarattığını söyler. Böylece kızkardeşi de evde öğretmenliğe ya da bakıcılığa başlar; başarılı da olur, küçük çocuğun annesine posta atarak onun gözünde saygınlık uyandırır ve böylece denetimi sağlar. Ardından iki kardeş çeşitli oyunlarla evin genç şoförünün yerine babalarının, hizmetçinin yerine de annelerinin alınmasını sağlarlar. Böylece bütün aile parazit olarak zengin evinden geçinmeye başlar.

Zengin aile çalışanlarına karşı son derece normal davranışlar göstermekte, anlayışlı davranmaktadır; herşey yolunda gitmektedir.

Hiperaktif küçük çocuğun izcilik kampına gideceği gün gelir. Aile hazırlanır, telaşlı bir koşuşturmadan sonra yola çıkılır. Bundan sonrası mantıksal olarak pek de onaylanabilir türden değildir. Yoksul aile zengin ailenin yokluğunda onların evine yerleşir ve ekmek elden su gölden lüks bir yaşamın tadını çıkarmaya başlar. Orada tümü zenginliğin elbette istenecek bir şey olduğunun dolaylı anlatımını yaparlar sanki bunun bir tür yolu da varmış gibi.

Bir gece kapı çalınır ve dut gibi sarhoş olan aile kapıda bekleyen kişinin bir önceki hizmetçi kadın olduğunu görür. Kadın yağmurdan sırılsıklam acınacak durumdadır. Anne hiç gereği yokken (çünkü onu işinden eden onlardır) onu içeri alır. Kadın doğrudan mutfağa, oradan da mahzene açılan gizli bir kapıya, daha sonra da mahzende sakladığı polisçe aranan kocasına koşar. Adam neredeyse açlıktan ölecektir; kadın onu doyurmaya gelmiştir. Adam yıllardır o karanlıkta orada kemik erimesi falan olmadan yaşamaktadır. Çok geçmez iki aile arasında komik fakat acımasız bir kavga başlar. Bu sırada kamp iptal olmuş aile geri dönmektedir. Ortalık darmadağın, şişeler, kırılmış tabaklar, cam kırıkları her yere dağılmıştır. Fakat asıl önemlisi eski hizmetçinin bu kapışma sırasında merdivenlerden yuvarlanarak bir kaza sonucu ölmesidir. Kapışmadan yengiyle çıkan dört kişilik aile mahzendeki adamı bir sandalyeye bağlarlar ve bantla ağzını kapatırlar. Ölü kadınla birlikte onu öylece bırakıp gizli kapıyı üstlerine kapatırlar.

Hiperaktif çocuğun doğum günü partisinde olanlar olur. Mahzende kilitli olan adam kurtulur ve kapıyı açarak partinin olduğu alana gelir. Orada yoksul ailenin kızını ve ardından zengin ailenin babasını bıçakla öldürür.

Özetin özeti: Zengin aile normal bir yaşam sürmektedir. Çalışanlarına haklarını eksiksiz vermektedir. Onlara yeterince anlayış göstermekte, insanca davranmaktadır. Fakat yoksullar türlü dümenlerle (sanki onların fıtratında varmış gibi) ailenin içine sızmışlardır. Zengin aileyi her fırsatta istismar etmişlerdir. İşlerinden ettikleri insanlara acıma duygusuyla yaklaşmış olsalar da açtırlar, acıma duygusu bir şeyi değiştirmemekte ve şeytanca düşünceleri uygulamaktan alıkoyamamaktadır. Onlardan herşeyin beklenebileceği açıktır. Nitekim karısının ölümünün acısıyla bir adam insanlara bıçak sallayıp önüne geleni öldürebilmektedir. Ancak siz, zengin insanların cinnet geçirip bıçakla insan kestiklerini duymamışsınızdır.

Hayatımızda bu tür olaylarla sık sık karşılaşıyoruz. Bu bakımdan filmde yer alan sahneler gerçeklik duygumuza aykırı düşmüyor. Fakat film, olayların ilginçliği nedeniyle çekilmiş değil. İçindeki güldürü unsurları nedeniyle pek öyle eğlenceye yönelik bir film olduğu da söylenemez. Çünkü çok açık olarak, varsıl insanların masumiyetleri, yoksullarınsa potansiyel suçlular olmaları ve güvenilir olmamaları bağlamında ele alınmış. Zaten filmin adı aksini düşünmeye engel.

Peki, bu düşüncede bir yanlışlık var mı? Kesinlikle yok. Gerçekten yoksullar zenginler için her zaman potansiyel bir tehlikedir ve tehlike olmaya devam edecektir.

Zigmunt Bauman, “Postmodernizm ve Hoşnutsuzlukları” adlı kitabında işsizlerin artık yedek işgücü olmaktan çıktıklarını, fazlalık olduklarını dile getirir (elbette masumiyet ve saflık içinde hayatı insanca ve güzel yaşayan zenginlere göre). Bauman yoksulların, işsizlerin dışkı, çöp olduklarını ve tecrit edilmeleri gerektiğini, daha ucuza gelecekse bir şekilde imha edilmelerini inanılmaz bir vurdumduymazlıkla ve insanın kanını donduracak şekilde savunur.

Sanırım Güney Koreli yapımcılar sinema üzerinden Bauman felsefesine bir giriş yapmışlar. Devamını diliyoruz. Parazitlere karşı neler yapılacağına ilişkin senaryoların gelecek vaat ettiğini düşünüyor, nice Oskarları alabileceklerini öngörmekte güçlük çekmiyoruz.

Ancak biz baldırıçıplak işsizler ve yoksullar, binlerce yıldır insanları köleleştirenlerin, boyunlarına ve ayaklarına zincir geçirenlerin, onların emeklerini ve hayatlarını çalanların mülkiyetçi zorbalar olduğunu, kılıçlarının keskinliğiyle üretici güçlere hakimiyet sağladıklarını, bugünkü adlarının “zenginler” olduğunu biliyoruz.

Biz baldırıçıplak yoksullar bilmekteyiz ki, 1789 Fransız devriminden önceki feodal düzene geri dönülmüştür ve bugün İkinci Feodal Düzen yaşanmaktadır.

Biz baldırıçıplaklar zenginlik ve yoksulluğun adaletsizlik olduğunu, içinde zorbalığı, her türlü gaspı, acımasızlığı barındırdığını çünkü hiç kimsenin kafa ve kol gücüyle bir ömür içinde servet edinemeyeceğini, ancak onurlu bir yaşam için yine de beyin ve beden gücüyle geçinmenin tercih edilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Onlar baldırıçıplaklardan korkmakta bin kez haklılar çünkü mülkiyetçi sistemin sonu gelmiştir; çünkü kendileri de çok iyi görüyorlar; yürümüyor.

Halil İbrahim Balkaş
North Korean